Google Bizi Aptallaştırıyor Mu?

Daha önce düşündüğüm gibi düşünmüyorum. Bunu en güçlü bir biçimde okurken hissedebiliyorum. Önceden kolay olan bir kitaba ya da uzun bir makaleye daldığımda. Zihnim önceleri, konunun anlatılışına ya da biçimine aniden sarılırdı ve metnin uzun kısımları arasında ağır ağır dolanarak saatler harcardım. Bu artık nadir görülen bir durum.

aptal google
Şimdilerde, konsantrasyonum iki ya da üç sayfadan sonra bozuluyor. Huzursuzlanıyorum, başlığı unutuyorum, yapacak başka bir şey aramaya başlıyorum. Her seferinde, inatçılık yapan beynimi metne geri sürüklediğimi hissediyorum. Her zaman kendiliğinden gelen derinlemesine okuma, artık bir mücadele haline geldi.

“Dave dur. Dur, duracak mısın? Dur Dave. Duracak mısın Dave?” süper bilgisayar HAL, Stanley Kubrick’in 2001: Bir Uzay Yolculuğu adlı filminin sonlarına doğru ünlü ve ilginçtir ki bir biçimde dokunaklı olan bir sahnesinde, amansız astronot Dave Bowman’a böyle yalvarıyordu. Hatalı çalışan bir makine tarafından neredeyse derin bir uzay ölümüne yollanmış olan Bowman, sakin ve soğukkanlı bir şekilde yapay beynini kontrol eden hafıza devrelerini söküyor. HAL ise umutsuzca, “Dave, zihnim gidiyor.” diyor, “Hissedebiliyorum, hissedebiliyorum”.

Ben de hissedebiliyorum. Geçen birkaç yıldır, birinin ya da bir şeyin beynimin içini tamir etmeye uğraştığı, sinir devrelerimi yeniden haritalandırdığı, hafızamı yeniden programladığı şeklinde rahatsızlık verici bir hisse sahibim. Zihnim – diyebilirim ki henüz – gitmiyor, ancak değişiyor. Daha önce düşündüğüm gibi düşünmüyorum. Bunu en güçlü bir biçimde okurken hissedebiliyorum. Önceden kolay olan bir kitaba ya da uzun bir makaleye daldığımda. Zihnim önceleri, konunun anlatılışına ya da biçimine aniden sarılırdı ve metnin uzun kısımları arasında ağır ağır dolanarak saatler harcardım. Bu artık nadir görülen bir durum. Şimdilerde, konsantrasyonum iki ya da üç sayfadan sonra bozuluyor. Huzursuzlanıyorum, başlığı unutuyorum, yapacak başka bir şey aramaya başlıyorum. Her seferinde, inatçılık yapan beynimi metne geri sürüklediğimi hissediyorum. Her zaman kendiliğinden gelen derinlemesine okuma, artık bir mücadele haline geldi.

Sanırım ne olduğunu biliyorum. On yıldan fazla zamandır, büyük bir zamanı internette araştırarak, sörf yaparak ve bazen internetin büyük veritabanlarına birşey ekleyerek harcıyorum. Ağ, bir yazar olarak benim için bir ganimet oldu. Kütüphanelerin yığınları ve süreli yayınların bulunduğu odalarda günler geçirmeyi gerektiren bir araştırma, artık birkaç dakika içerisinde yapılabiliyor. Birkaç Google araması, linklere birkaç hızlı tıklama, ve peşinde olduğum olguya veya veciz alıntıya sahibim. Çalışmadığım zamanlarda bile, sanki internetin bilgi fundalığında yemlenmiyor gibiyim, e-postaları okuyarak ve yazarak, başlıkları ve blog girdilerini tarayarak, video izleyerek ve podcastleri dinleyerek, ya da sadece bir linkten diğerine gezinerek. (linkler, zaman zaman benzetildikleri dipnotların aksine, sadece bahsedilen çalışmaya işaret etmezler, sizi oraya sürerler.)

İnternet, diğerleri için olduğu gibi benim için de gözlerime, kulaklarıma ve zihninim içine akan bilgiler için bir kanal, genel bir araç haline geliyor. Bu kadar inanılmaz derecede zengin bir bilgi deposuna anında erişebilmenin çok sayıda avantajı var, ve bunlar geniş bir biçimde tanımlanıyor, gerektiği şekilde de takdir ediliyor. Wired’dan Clive Thompson, “Silikon hafızanın mükemmel anımsaması”nın, “düşünme açısından muazzam bir nimet” olduğunu yazıyor. Ancak bu nimetin bir bedeli var. Medya teorisyeni Marshall McLuhan’ın 1960′larda işaret ettiği gibi, medya sadece pasif bilgi kanalları anlamına gelmiyor. Meyda, düşünce ürünlerini arz eder, ancak aynı zamanda düşünme sürecini de şekillendirir. Ve internetin yapıyor göründüğü şey, benim konsantrasyon ve derin düşünme kapasitemi yontmak. Zihnim artık bilgiyi internetin dağıttığı şekilde almayı umuyor: hızla hareket eden bir partiküller demeti olarak. Bir zamanlar kelimeler denizinde bir sualtı dalgıcıydım. Artık Jet Ski üzerindeki bir adam gibi yüzeyde vızıldıyorum.

Yalnız değilim. Okumayla ilgili sorunlarımdan arkadaşlarıma ve – çoğu edebiyatla ilgili- tanıdıklarıma bahsettiğimde, çoğu kendilerinin de benzer sorunlar yaşadıklarını söylüyorlar. Internette ne kadar uzun kalırlarsa, uzun yazı parçalarına odaklanmak için o kadar fazla savaşmak zorunda kalıyorlar. Takip ettiğim bazı blog yazarları da bu meseleden bahsetmeye başladılar. Çevrimiçi medya üzerine blog yazan Scott Karp, yakın zamanda kitap okumayı tamamen bıraktığını söyleyerek günah çıkardı. “Üniversitedeyken lit major’dum ve doymak bilmez [bir] kitap okuyucusuydum.” dedikten sonra “Ne oldu?” diyor ve ardından spekülasyon yapıyor, “Ya okumamın tamamını, okuma yöntemim değiştiği için nette yapıyorsam, örneğin, artık DÜŞÜNME şeklim değiştiği için sadece rahatlık arıyorsam?”

Bilgisayarların tıpta kullanımı hakkında sürekli blog yazan Bruce Friedman da internetin zihinsel alışkanlıklarını nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Bu yılın başlarında şöyle yazıyordu; “Artık, internette ya da basılı, uzunca bir makaleyi okuma ve sindirme yeteneğimi tamamen kaybettim.” Michigan Tıp Okulu Üniversitesi’nde fakültede uzun bir süre bulunan bir patolojist olarak Friedman, görüşlerini bana bir telefon görüşmesinde ayrıntılandırdı. Dediğine göre düşünmesi, çevrimiçi olarak pek çok kaynaktaki yazılardan kısa pasajları hızlıca taramasını yansıtarak, “staccato” (müzikte, notaların deyim yerindeyse kesik kesik çalındığı bir teknik, ç.n.) bir kalite almış durumda. “Savaş ve Barış’ı artık okuyamam.” diyor, “Bunu yapma yeteneğimi yitirdim. Üç ya da dört paragraftan daha uzun bir blog yazısı bile, sindirmem için çok uzun geliyor. Tarıyorum.”

Tek başına anekdotlar fazla birşey kanıtlamaz. Ve biz halen, internet kullanımının kavrama üzerindeki etkilerine ilişkin belirli bir tablo sunacak uzun dönemli nörolojik ve psikolojik deneylerin sonuçlarını bekliyoruz. Ancak Londra Üniversitesi’nden akademisyenlerin yapmış olduğu, yakın zamanda yayınlanan çevrimiçi araştırma alışkanlıkları çalışması, okuma ve yazma yöntemlerimize ilişkin bir büyük değişikliğin ortasında olabileceğimizi gösteriyor. Akademisyenler, beş yıllık bir araştırma programının parçası olarak, birisi British Library tarafından, diğeri Birleşik Krallık eğitim konsorsiyumu tarafından işletilen ve dergi makalelerine, e-kitaplara ve diğer türden yazılı bilgi kaynağına erişim sağlayan iki popüler araştırma sitesinin ziyaretçilerinin davranışlarını ortaya koyan kayıtları analiz ettiler. Siteleri kullanan kişilerin “tarama davranışının bir türünü” gösterdiğini, bir kaynaktan diğerine zıpladıklarını ve daha önce ziyaret ettikleri kaynaklara nadiren geri döndüklerini buldular. Bir başka siteye “sıçramadan” önce, tipik olarak, bir kitabın ya da makalenin bir ya da iki sayfasından fazlasını okumuyorlar. Zaman zaman uzun bir makaleyi kaydediyorlar, ancak daha sonra dönerek onu okuduklarına ilişkin herhangi bir kanıt bulunmuyor. Çalışmanın yazarlarına göre:

Şurası açık ki, kullanıcılar çevrimiçi olarak geleneksel anlamda okumuyorlar; gerçekten, kullanıcılar hızlı kazançlar için, başlıklar, içindekiler sayfaları ve özetler arasında yatay olarak “power browse” yaptıkça, yeni “okuma” formlarının ortaya çıkışının işaretleri var. Görülüyor ki, neredeyse, geleneksel anlamda okumaktan kaçınmak için çevrimiçi oluyorlar.

Internetteki metnin her yerde hazır bulunması sayesinde, mobil telefonların metin mesajlarının popülaritesinden bahsetmek için olmasa da, televizyonun tercih aracımız olduğu 1960′lar ve 1970′lerde yaptığımızdan daha fazla okuyor olabiliriz. Ancak bu, farklı bir okuma şekli ve bunun arkasında farklı bir düşünme şekli yatıyor – belki de nefsin yeni bir idrakı. Thutf Üniversitesinde gelişim psikoloğu ve “Proust ile Mürekkep Balığı: Okuyan Beynin Bilimi ve Sanatı”nın yazarı Maryanne Wolf, “Sadece okuduğumuz şeyler değiliz.” diyor. “Nasıl okuduğumuzuz.” Wolf, okuma şeklimizin internet tarafından düzenlendiğinden endişe ediyor, “etkinlik” ve “ivediliği” her şeyin üzerine koyan böyle bir şekil, önceki teknoloji olan basılı medyanın uzun ve karmaşık metinleri sıradan olarak sunduğu zamanlarda ortaya çıkan derin okuma kapasitemizi zayıflatıyor olabilir. Çevrimiçi olarak okuduğumuzda, “bilginin sadece kod çözücüsü” haline gelme eğilimindeyiz diyor. metnin anlamını açıklama, derin ve rahatsız edilmeden okuduğumuzda oluşturduğumuz zengin zihinsel bağlantılar yapma yeteneğimiz büyük oranda boşa çıkıyor.

Wolf’e göre, okumak insanlar için içgüdüsel bir yetenek değildir. Konuşmada olduğu gibi genlerimize işlenmiş değildir. Zihinlerimize, anladığımız dilde gördüğümüz sembolik karakterleri ne şekilde çevireceğini öğretmek zorundayız. Ve okuma yeteneğini öğrenme ve tekrar etmede kullandığımız medya ve diğer teknolojiler beynimizdeki nöral devrelerin şekillenmesinde önemli rol oynamaktalar. Deneyler, Çince gibi ideyogramların geliştirdiği zihinsel devreselliğin, yazılı dili bizim gibi bir alfabeye sahip olan dillerin geliştirdiği zihinsel devresellikten çok farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Farklılıklar, aralarında hafıza ile görsel ve yazılı uyarıcıları yönetenlerin de bulunduğu beynin pek çok yeri arasında dağılır. İnternet kullanımımız tarafından örülen devrelerin kitaplar ve diğer basılı eserleri okuyarak örülenlerden farklı olmasını bekleyebiliriz.

1882 yılında Friedrich Nietzsche, daha dikkatli olmak için bir daktilo – Malling- Hansen almış. Görüşü zayıflıyor ve gözlerini bir kağıda odaklanmış şekilde tutmak yorucu ve acı verici oluyor, ezici başağrılarına neden oluyormuş. Yazmayı azaltmaya zorlanıyor, ve yakında bırakmak zorunda kalacağından korkuyormuş. Daktilo onu kurtarmış, en azından bir süreliğine. Bir kere dokunarak yazmakta usta olduktan sonra, gözleri kapalıyken, sadece parmak uçlarını kullanarak yazabiliyormuş. Kelimeler bir kez daha zihninden kağıda dökülebilecekmiş.

Ancak makinenin, çalışması üzerinde ince bir etkisi olmuş. Nietzsche’nin arkadaşlarından birisi, bir besteci, yazma tarzında bir değişiklik olduğunu fark etmiş. Zaten kısa olan düzyazısı daha da dar, daha telegrafik bir hale gelmiş. Bu arkadaşı bir mektubuna, kendi işinde müzik ve dil üzerindeki “görüşlerinin” çoğunlukla kalemin ve kağıdın kalitesine dayandığını not düşerek, şöyle yazmış, “Belki de siz bu aletle yeni bir üslup edinirsiniz.”

“Haklısınız” demiş Nietzsche, “yazmada kullandığımız ekipman, düşüncelerimizin şekillenmesinde rol alıyor.” Alman medya bilim insanı Friedrich A. Kittler, makinenin hakimiyeti altında, Nietzche’nin düzyazısının “argümanlardan özdeyişlere, düşüncelerden kelime oyunlarına, retorikten telgraf tarzına değiştiğini” yazar.

İnsan beyni, neredeyse muazzam ölçüde biçimlendirilebilir. İnsanlar zihinsel işlevlerimizin, yani 100 milyon ya da daha fazla nöron tarafından kafataslarımızın içerisinde oluşturulmuş olan yoğun bağlantıların, yetişkinlikten itibaren sabitlendiğini düşünüyorlardı. Ancak beyin araştırmacıları, durumun böyle olmadığını keşfettiler. George Mason Üniversitesinde Krasnow İleri Araştırmalar Enstitüsü’nü yöneten nörofizikçi profesör James Old, yetişkinlerin zihinlerinin dahi “çok plastik olduğunu” söylüyor. Sinir hücreleri rutin bir biçimde eski bağlantıları ortadan kaldırıyor ve yenilerini oluşturuyor. Olds’a göre, “beyin, kendini anında yeniden programlama ve işleyişini değiştirme kabiliyetine sahip”.

Fizikselden ziyade zihinsel kapasitemizi arttıran araçlar içinde sosyolog Daniel Bell’in entellektüel teknolojilerimiz olarak adlandırdıklarını kullanırsak kaçınılmaz olarak bu teknolojilerin özelliklerini alırız. Yaygın olarak 14. yy’da kullanılmaya başlanan mekanik saat, mücbir bir örnek sağlıyor. Tarihçi ve kültür eleştirmeni Lewis Murnford, Teknik ve Medeniyet adlı eserinde, saatin zamanı insan etkinliklerinden nasıl ayırdığını ve matematiksel olarak ölçülebilir sonuçların bağımsız dünyasının varlığına olan inancın ortaya çıkmasına nasıl yardımcı olduğunu göstermektedir. Bölünmüş zamanın soyut çerçevesi, hem eylem hem de düşünce için referans noktası olmuştur.

Saatin düzenli tik-takları, bilimsel aklın ve bilimsel insanın var olmasına yardımcı olmuştur. Ancak, aynı zamanda bir şeyi de alıp götürmüştür. MIT’nin son dönem bilgisayar bilimcisi Joseph Weizenbaum’un 1976 yılında basılan Bilgisayar Gücü ve İnsan İdrakı: Yargılamadan Hesaplamaya adlı kitabında gözlemlediği gibi, dünyanın zaman ölçer aletlerin yaygın kullanımı sonucunda doğan tasarımı, eski gerçeğin temelini hazırlayan, aslında onu oluşturan doğrudan deneyimlerin bir reddedilişine dayandığı için, eskisinin yoksullaşmış bir versiyonu olarak kalmaya devam etmektedir. Ne zaman yiyeceğimize, çalışacağımıza, uyuyacağımıza ve uyanacağımıza karar verirken, duyularımızı dinlemeyi bıraktık ve saate uymaya başladık.

Yeni akıllı teknolojilere adapte olma süreci, kendimizi kendimize açıkladığımız metaforların değişiminde kendisini gösteriyor. Mekanik saat çıktığında, insanlar beyinlerinin “saat düzeneği gibi” işlediğini düşünmeye başladılar. Bugün, yazılım çağında, beyinlerimizin “bilgisayar gibi” çalıştığını düşünmeye başladık. Ancak nörofiziğin bize söylediğine göre, değişiklikler metafordan daha derine gidiyor. Beynimizin plastikliği sayesinde, bu adaptasyon biyolojik düzeyde de gerçekleşiyor.

İnternet, kavrama üzerinde özellikle kapsamlı etkiler doğurmaya aday. 1936 yılında yayınlanan bir makalesinde Britanyalı matematikçi Alan Turing, o dönemde sadece teorik bir makine olarak var olan bir dijital bilgisayarın herhangi bir bilgi işlemci makinenin işlevini görmek üzere programlanabileceğini kanıtladı. Ve bu, bugün gördüğümüz şey. Ölçülemeyecek şekilde güçlü bir hesaplama sistemi olan internet, pek çok diğer akıllı teknolojimizi içine alıyor. Haritamız ve saatimiz, basılı medyamız ve daktilomuz, hesap makinemiz ve telefonumuz ve radyomuz ve televizyonumuz haline geliyor.

İnternet bir aracı absorbe ettiğinde, bu araç internetin görüntüsünde yeniden yaratılıyor. Bu aracın içeriğine linkler, yanıp sönen reklamlar ve diğer dijital cicili bicili şeyler koyuyor ve o aracın etrafını, absorbe ettiği diğer medya araçlarıyla çevreliyor. Yeni bir e-posta mesajı, örneğin, bir gazetenin sitesinde son başlıklara bakarken geldiğini bildiriyor. Sonuç, dikkatimizin dağılması ve konsantrasyonumuzun bozulması.

Internetin etkisi sadece bir bilgisayar ekranının sınırlarında kalmıyor. İnsanların zihinleri internetteki medyanın çılgın desenine ayarlı hale geldikçe, geleneksel medya da izleyicilerin yeni beklentilerine adapte olmak zorunda kalıyor. Televizyon programları kayan yazılar ve otomatik olarak beliren reklamlar ekliyorlar, dergiler ve gazeteler makalelerini kısaltıyorlar, hap şeklinde özetler getiriyorlar, ve sayfalarını göz atması kolay bilgi parçaları ile kalabalıklaştırıyorlar. Bu yılın Mart ayında, New York Times, her baskının ikinci ve üçüncü sayfalarını makale özetlerine ayırma kararı aldığında, tasarım yönetmeni Tom Bodkin, kısayolların, okuyuculara günün haberleri hakkında hızlı bir tad alma sağlayacağını, onları, daha az etkin metot olan sayfa çevirme ve makaleleri okumaktan kurtaracağını söylüyordu. Eski basının, yeni medya kurallarına göre oynamak dışında çok az şansı bulunuyor.

Bir iletişim sistemi hiçbir zaman internetin günümüzdeki yaptığı gibi hayatlarımızda bu kadar büyük bir rol oynamadı ya da düşüncelerimiz üzerinde bu kadar büyük bir etki meydana getirmedi. Oysa ki, şimdiye kadar internet hakkında yazılanlar arasında, bizi açıkça ne şekilde yeniden programladığının bir değerlendirmesi çok az yapılmış bulunuyor. Internetin entellektüel etiği, karanlık kalmaya devam ediyor.
Nietzche’nin daktilosunu kullanmaya başlaması ile yaklaşık olarak aynı zamanlarda, Frederick Winslow Taylor adında ciddi bir genç adam, Philadelphia’daki Midvale çelik fabrikasına bir kronometre taşıdı ve fabrikadaki makinistlerin etkinliğini iyileştirmeye yönelik bir dizi tarihsel deneyi gerçekleştirmeye başladı. Midvale’in sahiplerinin onayıyla, bir grup fabrika ustasını topladı, bunları çeşitli metal işi makinelerinde çalışmaya ayarladı ve makinelerin işlemleri gibi, bunların her hareketini de kayıt altına alıp zamanını ölçtü. Taylor, her işi küçük, ayrı adımlara bölerek ve sonrasında bunları yapmanın değişik yollarını test ederek, bugün her işçinin nasıl çalışması gerektiğinin belirlenmesine yaradığını söyleyebileceğimiz, kesin bir algoritma yönergeleri seti hazırladı. Midvale işçileri bu yeni katı rejim karşısında, kendilerini bir robottan sadece biraz farklı kıldığını söyleyerek homurdandılar, ancak fabrikanın üretkenliği fırladı.

Buhar makinesinin bulunmasından yüzyıldan fazla bir zaman sonra, endüstri devrimi sonunda kendi felsefesini ve filozofunu edindi. Taylor’un endüstriyel kareografisi (kendisinin sevdiği ifade ile sistemi) ülkenin dört bir yanında ve zamanla da dünya genelinde üreticiler tarafından kucaklandı. En yüksek hız, en yüksek üretkenlik ve en yüksek çıktıyı arayan fabrika sahipleri, işlerini düzenlemek ve çalışanlarının işlerini konfigüre etmek için zaman-ve-hareket çalışmalarını kullandılar. Taylor’un 1911 yılında yayınladığı ünlü Bilimsel Hareketin Prensipleri eserinde tanımladığı şekliyle, amaç, her iş için “en iyi yöntemi” tanımlamak ve uygulamak, ve böylelikle “tüm mekanik sanatlarda göz kararı uygulamaların yerine bilimi ikame etmekti.” Sistemi bir kez tüm kol emeği faaliyetine uygulanınca, Taylor takipçilerine bir mükemmel etkinlik ütopyası yaratarak, sadece endüstrinin değil, tüm toplumun yeniden yapılanacağını temin etti. “Geçmişte insan önceydi” diyordu, “gelecekte, sistem önce olmak zorunda.”

Taylor’un sistemi halen yoğun bir biçimde bizimle beraber; halen endüstriyel üretimin etiği olarak kalmaya devam ediyor. Ve şimdi, bilgisayar mühendislerinin ve yazılımcıların entellektüel yaşamlarımız üzerine ellerinde tuttukları büyüyen güç sayesinde, Taylor’un etiği, zihnin krallığını da yönetmeye başlıyor. Internet, bilginin etkin ve otomatik birikimi, iletimi ve manipülasyonu için tasarlanmış bir makine ve onun programlama lejyonları, “bilgi işi olarak tanımladığımız her türden zihinsel hareketi gerçekleştirecek “en iyi yöntemi” – mükemmel algoritmayı – bulmayı amaçlıyorlar.

Google’ın Mountain View – Kaliforniya’daki karargahı – Googleplex – internetin yüksek kilisesi ve içerde tapınılan din ise Taylorizmdir. Google’ın baş yöneticisi Eric Schmidt, Google’ın “ölçüm bilimi üzerine kurulu bir firma olduğunu” ve “herşeyi sistematize etmeye çalıştığını” söylüyor.

Harward Business Review’e göre, sahip olduğu arama motorları ve diğer sitelerin yardımıyla edindiği terabaytlarca davranışsal veriden yararlanarak, her gün binlerce deney yapıyor ve elde ettiği sonuçları insanların bilgiyi nasıl bulduklarını ve gerçek anlamını nasıl çıkardıklarını artan şekilde kontrol altına alan algoritmaları rafine etmekte kullanıyor. Taylor’un kol emeği için yaptığını Google bugün bizim zihinlerimizin çalışmaları için yapıyor.

Şirket, görevini “dünyanın bilgisinin organize edilmesi ve evrensel olarak ulaşılabilir ve yararlı olmasının sağlanması” olarak deklare ediyor. “Sizin neyi kasttettiğinizi tam olarak anlayan ve size tam olarak istediğiniz şeyi veren” bir şey olarak tanımladığı “mükemmel arama motorunu” geliştirmeyi tasarlıyor. Google’ın görüşüne göre, bilgi bir tür maldır, endüstriyel etkinlikle çıkarılacak ve işlenecek, faydacı bir kaynaktır. Ne kadar fazla sayıda bilgi parçasına “erişebilirsek” ve içeriğini ne kadar kısa sürede çıkarabilirsek, düşünenler olarak o kadar daha üretken oluruz.

Bu nerede biter? Stanford’da bilgisayar bilimlerinde doktora eğitimlerini yaparken Google’ı kuran iki genç adam, Sergey Brin ve Larry Page, arama motorlarının bir yapay zekaya, HAL’a benzeyen ve doğrudan beyinlerimize bağlanan bir makineye dönüşmesi amaçlarından sıklıkla bahsediyorlar. Page, birkaç yıl önceki bir konuşmasında, “Nihai arama motoru ya insanlar kadar zeki, ya da onlardan daha zeki bir şey olacak”, “Bizim için, arama üzerinde çalışmak, yapay zeka üzerinde çalışmanın bir yolu.” diyor. Brin ise, 2004 yılında Newsweek’te yayınlanan röportajında “Elbette beyninizde ya da sizinkinden daha zeki, yapay bir beyinde, iliştirilmiş olarak tüm dünyanın bilgisini taşıyorsanız, daha iyi durumda olursunuz.” diyor. Geçen yıl, Page bilim insanlarının bir buluşmasında Google’ın “gerçekten yapay zeka inşası üzerinde çalıştığını ve bunu geniş ölçekli olarak gerçekleştirmeyi amaçladığını” açıkladı.

Böyle bir tutku, emrinde küçük bir bilgisayar mühendisi ordusu ve kullanımda büyük bir nakit miktarı olan bir grup matematik dehası için doğal, hatta kabul edilebilirdir. Temelde bilimsel bir girişim olan Google, teknolojiyi kullanma, Eric Schmidt’in sözleriyle, “daha önce hiç çözülmemiş olan sorunları çözme” arzusuyla motive edilmiş durumdadır ve yapay zeka da oradaki en zor sorundur. Neden Brin ve Page bunu çözenler olmasınlar?

Beyinlerimize ilave yapılması ya da yerine yenisinin konulması durumunda hepimizin “daha iyi olacağımız” varsayımı halen huzursuz edici. Bu varsayım, zekanın mekanik bir sürecin çıktısı, birbirinden ayrılabilir, ölçülebilir ve optimize edilebilir farklı aşamaların bir serisi olduğu yönünde bir inanışı ileri sürüyor. Google’ın dünyasında, online olduğumuzda içine girdiğimiz dünyada, derin düşünmenin belirsizliğine çok az yer var. Belirsizlik, kavrayış için bir açılım değil, düzeltilmesi gereken bir hatadır. İnsan beyni, sadece daha hızlı bir işlemciye ve daha büyük bir sabit diske ihtiyaç duyan, zamanı dolmuş bir bilgisayardır.

Zihinlerimizin yüksek hızlı data işleyen cihazlar gibi işlemesi fikri, sadece internet çalışmalarında ortaya konulmuş değil, aynı zamanda ağın geçerli iş modelidir de. İnternette ne kadar hızlı gezinirsek – ne kadar fazla link tıklar, ne kadar fazla sayfaya girersek – Google ve diğer firmalar, bize reklam sunmak için hakkımızda o kadar fazla bilgi edinme şansı kazanıyorlar. Ticari internetin çoğu sermayedarı, linkler arasında gezinirken geride bıraktığımız verileri toplamak için finansal bir payandaya sahipler – ne kadar fazla kırıntı, onlar için o kadar iyi. Bu firmaların teşvik etmeyi en son isteyeceği şey ise, tembelce okuma ya da yavaş ve konsantre olmuş düşünme. Bizi dikkat dağınıklığına sevk etmek, onların iktisadi çıkarları dahilinde.

Belki de bu gereksiz bir endişedir. Teknolojik gelişmeyi göklere çıkarma eğilimi olduğu müddetçe, her yeni araçtan ya da makineden en kötüsünü beklemek şeklinde bir karşı eğilim de oluyor. Platon’un Phaedrus’unda, Sokrates, yazının gelişiminden şikayet etmişti. insanların başlarının içerisinde taşıdıkları bilgiye ikame olarak yazılı bir metne güvenmeleri, diyalogların karakterlerinden birinin deyişiyle, ” zihinlerini geliştirmeyi durduracak ve onları unutkan yapacaktır.” ve “gerekli talimatlar olmadan belirli bir miktar bilgiyi edinebilerek, aslında çoğunlukla cahil oldukları halde, çok bilgili olarak eğitilecekler”, “gerçek bilgelikle değil, bilgeliğin kibiriyle dolacaklardı”. Sokrates hatalı değildi – yeni teknoloji çoğu kez korktuğu etkilere sahip olmuştu – ancak uzağı görememişti. Yazmanın ve okumanın pek çok yolunun bilginin yayılmasına, yeni fikirlerin ortaya çıkmasına ve (bilgeliğinin olmasa da) insan bilgisinin yayılmasına hizmet edeceğini kestirememişti.

15. yy’da Gutenberg’in basılı medyaya gelişi bir dizi diş gıcırdatmasına neden oldu. İtalyan hümanisti Hieronimo Squarciafico, kitapların kolay erişilebilir olmasının entellektüel bir tembelliğe neden olacağından, insanları daha az gayretli yapacağından ve zihinlerini zayıflatacağından endişe ediyordu. Diğerleri, ucuz bir şekilde basılan kitapların ve gazetelerin dinsel otoritenin altını oyacağını, alimlerin ve katiplerin çalışmalarını alçaltacağını, fitne ve ahlaksızlığa neden olacağını ileri sürüyorlardı. New York Üniversitesi’nden Clay Shirky’nin belirttiği gibi, yazılı basın karşısında yapılan argümanların çoğu doğruydu, hatta önseziliydi. Ancak yine, felaket tellalları, basılı metinlerin ileteceği sayısız nimeti hayal edemiyorlardı.

Böylece, evet, benim şüpheciliğim hakkında şüpheye düşebilirsiniz. Belki de, internetin Luddici ya da nostaljici eleştirilerini bertaraf edenler haklı çıkabilir, ve bizim hiperaktif, verilerce ateşlenen zihinlerimizden evrensel bilgeliğin ve entellektüel keşiflerin altın çağı hasıl olur. Böylece bir kez daha, internet alfabe değildir, ve her ne kadar yazılı basının yerini alabilecek olsa da, tamamen değişik bir şey üretir. Bir dizi basılı sayfanın sağladığı derinlemesine okuma, sadece yazarın kelimelerinden edindiğimiz bilgi açısından değil, fakat aynı zamanda bu kelimelerin zihnimizde etkilediği titreşimler için de gereklidir. Bir kitabın sürekli, oyalanmadan yapılan okumasından ya da herhangi bir derin düşünme eyleminden açılan sessiz boşluklarda, kendi ilintilerimizi kurarız, kendi çıkarsamalarımızı ve analojilerimizi çizer, kendi fikirlerimizi geliştiririz. Maryanne Wolf’un ileri sürdüğü gibi, derinlemesine okuma, derinlemesine düşünmekten ayrılamaz. Eğer bu sessiz boşlukları kaybedersek, ya da bunları “içerikle” doldurursak, sadece kendimiz için değil, ancak kültürümüz için de önemli birşeyi kurban ederiz. Yakınlardaki bir makalesinde oyun yazarı Richard Foreman, etkili bir biçimde, tehlikede olanın ne olduğunu tanımlıyor;

İdealin (benim idealimin) yüksek eğitim görmüş ve konuşkan kişiliğin – batının tüm kalıtsal özelliklerinin, kişisel olarak şekillenmiş, ve tekil bir versiyonunu kendi içinde taşıyan bir kadın ya da adamın – karmaşık, yoğun ve “katedral-tarzı” yapısında olduğu, Batı kültürü geleneğinden geliyorum. [Ancak şimdi] (ben dahil) hepimizin içinde yer alan girift bir iç yoğunluğunun, aşırı bilgi yüklenmesi ve “anında hazır” teknolojinin baskısı altında, yeni bir kendini-geliştiren türle yer değiştirdiğini görüyorum.”

Foreman, “Yoğun kültürel mirasımızın iç repertuarını” boşalttıkça, “sadece bir düğmeye dokunarak bilgi ağına eriştiğimiz müddetçe, genişçe ve ince bir şekilde yayılan, krep insanları olma riski ile karşı karşıyayız” diyerek sürdürüyor.

2001 yılındaki o sahne aklımdan çıkmıyor. Bunu ı kadar yakıcı ve ilginç yapan, bilgisayarın zihninin dağılmasına verdiği duygusal tepki: Onun bir devrenin diğerini takiben karanlığa gömülmesinin ardından duyduğu üzüntü, astronota çocukça – “Hissedebiliyorum, hissedebiliyorum. Korkuyorum” diyerek – yalvarması, ve sonunda sadece bir suçsuzluk durumu olarak adlandırılabilecek duruma dönmesi. HAL’ın duygularını dışarı dökmesi, filmde, neredeyse robotsu bir etkinlikle işini yapan insan karakterlerindeki duygusuzlukla çelişiyor. Onların düşünceleri ve eylemlerinin, bir algoritmanın adımlarını takip ediyorlarmışçasına yazılı olduğu hissediliyor. 2001′in dünyasında, insanlar o kadar makinemsi oldular ki, çoğu insan karakteri makine haline geliyor. Bu, Kubrick’in karanlık kehanetinin özü: dünyayı anlayışımız için bilgisayarların aracılığına güvendikçe, yapay zeka olarak düzleşen, bizim kendi aklımız olmakta.

Nicholas Carr

Delete this element to display blogger navbar

 
© 2010 Sansürsüz Gerçekler | Powered by Blogger | İletişim | Gizlilik Sözleşmesi | Kurallar | Rss | Online Sohbet