Din ve Düşünce

Türkiye’de bugün fanatizmi sinsice kurmaya çalışanlar, aydınlanmayı simgeleyen en küçük bir kıvılcımı bile söndürmeyi görev edinmişlerdir. Ancak kendisini her gün yenileyen insan, uzun vadede dinlere ve dogmalara gerek duymayacaktır.


Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü simgeleyen “hasta adam”, son yıllarda Türkiye’de çocuk haklarını gasp edip ruhlarını işgal ederek dinsel fanatizm içerikli “eğitim” programları uygulayan, cinselliği yadsıyan, insanı tanımayan bir hasta din halinde yeniden hortladı. Atatürk’ün inisiyatifinde gelişen modern medenileşme süreci, çok geçmeden dindar putçular ve dogmalarla yara almaya başladı. Aslında İslamiyet, Türkiye dışında dünyanın hiçbir yerinde aydınlanma ile örtüşememişti. Sadece Türkiye’de, o da kısmen gerçekleşmiş olan bu düşünce şimdilerde yıkılmaya çalışılmaktadır. Oysa Türkiye’deki aydınlanma örneği tüm Müslüman ülkeler için kaçırılmaması gereken büyük bir fırsattı. Bu olanağı kaçıran ülkeler bugün can çekişmektedirler.

Yaklaşık doksan yıllık aydınlanma süreci bugün, aklı kullanmasını başaramayan fanatiklerce imha edilmeye çalışılmaktadır. Düşünce yasağıyla başlayan, yasaklara rağmen düşüncesini ifade eden insanları cezalandıran İslami iktidar, yeniden ortaçağa dönmek üzeredir. Bu geriye yönelmenin, geri kalmanın nedeni nedir? Düşünce yasağının kökeninde neler yatmaktadır?

Düşünen insan düşüncenin sahibidir. Doğal olarak düşüncesini ifade eder. Peki, düşünceyi ifade etmek neden yasaklanır? Aslında ötekine düşünmeyi yasaklayan kişi önce kendine yasak koymaktadır. Kendisinin düşünmediğini ve düşünemediğini, bir başkasının düşünmesini istememektedir.

Düşünce ve Reel Müslüman

Düşünen insan hem kendisine hem de başkasına soru sorar. Ne var ki, dinin egemen olduğu bir ülkede soruların yanıtı hep dinsel kalıplardır. Aslında düşünen insan, reel Müslüman için temel bir tehlike oluşturur. Çünkü reel Müslüman, kendi inancının düşünen insan tarafından sarsılacağından, kendi katı duvarlarının kırılacağından korkar. Reel Müslüman, soru sormayı bir tehlike olarak görür. Örneğin Tanrı’yı sorgulamak onu titretir, krize götürür. Reel Müslüman, mantıklı sorular ve yanıtlar karşısında bocalar, ikircikleşir, korkar. Ve düşünceyi sonuna kadar götüremez. Davranışı anormal ve irrasyoneldir. İrrasyonel bir korkuyla var olmayan bir Tanrı’ya kucak açar. Bu korkuyu bastırmak için ya çeşitli dinsel saplantılara (İslami örtünme vb.) ya da yasaklara başvurur. Yasaklarla, irrasyonel varlık korkusunu korumaya alır. Bu yetmezmiş gibi, bir de bu saplantıyı başkalarına diretmeye çalışır. Bununla da kendi irrasyonalizmini; hem kendisine hem de ötekine karşı meşrulaştırmak ister. Metafizik korku içerisinde düşünce dünyasını (kör) inanca dönüştürerek beynini kapalı bir mekân haline getirir.

Düşünce düşünmeyi öğretir; din ise inanmayı!.. Düşünce sınırsız bir yoldur, din ise kapalı bir mekândır!.. Düşünce sınırsızlığında fantezinin de yaşama hakkı vardır. Tektanrılı dinlerde fantezi belirli mekâna indirgenmiştir. Dinsel mekân bir daha değişmemek şartıyla irrasyonelce düzenlenmiştir. Demek ki din sınırlı, sabit ve ölü düşüncelerin mekânıdır. Adına tanrıbilim denilen safsata sanatı, ölü düşünceyi meşrulaştırmaya ve hayaletlere inandırmaya çalışmaktan başka bir şey yapamamaktadır.

Düşünce ve Felsefe

Bertrand Russel, felsefenin kimsesizler ülkesi olduğunu söyler. Yaşamın kendisi bir kimsesizler yurdudur. Bu nedenledir ki, “varlık sorunsalı” bütün insanların sorunudur, bu durumda insanın iki seçeneği vardır: Ya metafizik karışımı dinsel korkuyla birlikte karanlığa gömülecek ya da korkuyu aydınlığa çıkaracaktır. Felsefe ne bir dogma ne de bir dindir. Felsefe, düşüncelerin dans ettiği uçsuz bucaksız bir mantık macerasıdır. Tam da bu noktada, insan ya özgürleşir ya da dinlere bağlanır. Kendini evrenin boşluğuna atılmış hisseden insanoğlu, devasa bir korku içinde ya aklını kullanıp bu boşlukta kendine bir düşünceler dünyası kuracak ya da herhangi bir din fantasmasına saplanıp kalacaktır.

İnsan psikolojisini ve düşünce yapısını inceleyen felsefe ve psikanaliz bize dinlerin tıpkı mitolojiler gibi varlık sorunsalında kilitlenmekten ve yanıtsız soruların doğurduğu korkudan oluştuklarını incelikleriyle öğretir. Düşüncenin bittiği yerde din hortlar. Demek ki düşünceyi yasaklamak, düşüneni öldürmek zorunludur. Binlerce Yunan tanrısı bir zamanlar milyonlarca insana göre canlıyken bugün hepsi bir öykü; bir efsane konusu olmuştur. O öfkeli “Poseidon”, o görkemli “Zeus” bugün bir korkuluk bile değildirler. Bugünkü dinlerin de bir gün efsane olmayacaklarını kim iddia edebilir?

Dört bin yıldan daha önceki Sümerler dönemde, Uruk beyi “Gılgamış”, kendi bilinciyle yaşaması gerektiğini, Tanrısız var olmayı fark etmiştir. Bu da özgür olmaktır. Özgürlük ise bir bakıma “yaşam acısı” demektir. “Ömer Hayyam”ın düşüncesindeki gibi, yaşamdan her an haz almak ve varoluşun bedensel, ruhsal ve düşünsel sevincini yaşamak; acının ve hazzın, mutluluğun ve mutsuzluğun kardeş olduklarına idrak etmek ve her ikisini, varlığın kaçınılmaz temeli olarak kabul etmektir.

“Gılgamış Destanı” varoluş olgusunda, “kendileşme” bilincini kazanmakta olan insanı anlatan ilk edebi eserdir. 19. ve 20. yüzyılda Avrupa’da oluşan “varoluşculuk” felsefesiyle yakın benzerliği olan bu öykünün esas düşüncesi “benleşme” felsefesine dayanır; Gılgamış, “sonluluk” olgusuyla yüz yüze gelir. Medenileşme sürecini başlatan bu destan “varlık” ve “hiç”in ilk metafizik resmidir.

Kutsal kitaplar bu eserden çok sonraları yazılmış ve ondan çok şey almış olmalarına rağmen, onun kadar düşünsel olamamışlardır. Kutsal kitapları yazanlar bu eserden kısmen aldıkları bölümleri değiştirerek kutsal yazı ve hakikat olarak topluma telkin etmişlerdir.

Tarihsel Gerçek

Ortaçağda gelişmekte olan bilim karşısında kilise gücünü yitirince, Hıristiyanlık yerini bilime ve felsefeye bırakmak zorunda kalmıştır. Ortodoks İslamiyet ise bilim ve felsefeden yararlanamamış, yararlanmaya çalışanları da eserlerini yasaklayarak ya öldürtmüş ya da susturmuştur. Bilim ve felsefeyle ilgilenen bu İslam düşünürlerinin bir kısmı (İbn Rüşd, İbn Sina vb.) İslamiyetin kutsal kitabını Aristo’nun görüşlerine uyarlamaya çalışan, diğer bir kısmı da (İbn Arabi vb) yeni platonculuktan etkilenen, ezoterik ve mistik karışımı fikirlerle felsefeye yönelen barışsever dindar insanlardı. Bu kadar zararsız, bu kadar basit uğraş bile reel İslamın gözüne batmıştır.

Türkiye’de bugün fanatizmi sinsice kurmaya çalışanlar, aydınlanmayı simgeleyen en küçük bir kıvılcımı bile söndürmeyi görev edinmişlerdir. Ancak kendisini her gün yenileyen insan, uzun vadede dinlere ve dogmalara gerek duymayacaktır. Reel İslam da insanlığın gelişme süreci içerisinde ortaya çıkmıştır. Ve yine bu süreçte mitolojilere, efsanelere karışacaktır.

H. İbrahim Türkdoğan - Cumhuriyet

Delete this element to display blogger navbar

 
© 2010 Sansürsüz Gerçekler | Powered by Blogger | İletişim | Gizlilik Sözleşmesi | Kurallar | Rss | Online Sohbet